
Erdem Özgül’ün Unutulmuş Atalar Gölgesi’nde yer alan “Tren” öyküsü bir tren yolculuğu manzarasıyla başlasa da, daha ilk cümlede vurgulanan iki nokta yürümek eyleminin öne çıkmasına neden oluyor.
Bir trendesin. Gidiyorsun. Gitmezdin, yerinde sayardın da tren hayallerinde giderdi senin. Ne oldu, yalınayak çok yürüdün, hiç farkına varmadan büyüdün mü zamanla. (s. 19)
Yalınayak yürümek, anlıyoruz ki daha başat, daha yaygınmış anlatıcının dünyasında ve trenler, trenler ancak hayallerindeymiş. Gelgelelim, öykü biraz ilerlediğinde sahiden de trende olduğu, hayal kurmadığı ortaya çıkacak öykü kişisinin. Ne ki henüz buna varmadan yukarıdaki alıntının devamında (paragraf başı yaptıktan sonra) şunları söylüyor ya da içinden geçiriyor:
Yanık tarlalar seni demiryolu ile göz göze getiriyor şimdi, adımların mı hızlandı, neden raylara öyle uzak gözlerle bakıyorsun? (s. 19)
Trendeyse demiryolu ile göz göze gelebilir mi? Yanık tarlalarla hızlanan adımlar nereden çıktı? Uzak gözler neyi imliyor? Bir de “şimdi” var arada kendisini gösteren. Bir karmaşa söz konusu özetle, bir şeyler birbirine girmiş sanki – en başta zaman ya da zaman algısı, elbette mekânlar da. Neyse ki öykünün anlatıcısı biraz daha konuştuğunda taşlar az çok yerine oturacak.
Bak katarlar gelip geçiyor. Sosyalist Avrupa’nın trenleri baş belası, ama bu nostaljiye değmez mi? Hatırlamanın kavrulan kahve kokusuna benzer bir yanı var, bunu es geçebilir misin? Havada vagonların izi, biz buradan geçip gittik dostum. Şimdi artık başka memleketteyiz. Bu arada bulutlarınızı da biraz kararttık. (s. 19)
Tren (öykü olan!) bir süre böyle kapanıp açılarak gidiyor, ama bu arada bir nebze ete kemiğe de bürünüyor, yolcuların kim oldukları, nereden nereye gittikleri açık seçik hale geliyor, ama daha önemlisi gitmenin, gidedurmanın, bir menzil olmaksızın yürümenin duygusu ağır basıyor (tabana kuvvet ya da bir vasıtayla, fark etmeksizin), yanı sıra şimdinin ancak bir ara durak olduğu.
“Tren”deki karşılaşma anlık sayılır (beraber tren yolculuğu yapanları saymazsak), bir selamlaşma ânı. “O sizi selamlarken, yanakları adamın boşluğunu gösteriyor.” “Sileymana Zerdeşt’in Tuhaf Ezidiliği” ve “Dünyanın Her Yerinde Ararat” başlıklı öykülerdeyse daha uzun süren beraberlikler söz konusu. Belki bunun nedeni aynı/yakın coğrafyalardan gelmiş olmaları.
Ve bir gün, bir kafede otururken, ya da işe giderken, ya da İranlı, Iraklı, Afgan, Ermeni bir mülteciyseniz herhangi bir köşe başında sizin dilinizi bilen bir tanıdığı beklerken o kar yine yağmaya başlar. Önce tane tane, sonra lapa lapa iner toprağın üzerine karın öldürücü kıymıkları.
Siz, çaresizce arayadurun anadilinizin insanını, mevsimler sizi anlamaya yanaşmaz, kar örter beklentilerinizin üzerini. (s. 40)
Ama işte şehirdeki kafede insanın karşısına çıkmayan, “Dünyanın Her Yerinde Ararat”ta olduğu gibi bir dağ başında çıkabilir. Anadilinizin insanı olmasa da, şarkısıyla yahut yatayda ve dikeyde sizinkini hayli andıran, kimi anlarda kesişen yürüyüşüyle. “Sileymana Zerdeşt’in Tuhaf Ezidiliği”ndeyse karşılaşmaları anlatıcıyla öbür adamın bir başka ortaklıklarının sonucu; her ikisi de onları “yadırgayanların ocağında”dırlar. Bir başka benzerlik: Ararat öbür öyküde öykü kişilerinin karşısına İsviçre’de karlı bir dağda çıkmışken, bu öyküde anlatıcının yeni tanıştığı yaşlı Ezidi’nin büyüyen kamburunda belirir.
Özgül’ün öykü kişilerinin çokça odaklandıkları bir şey beden, kendilerinin ya da başkalarının bedenleri. “Yürüyüş” dediğim şey de salt kişinin bulunduğu koordinatların değişmesi değil bu yüzden, aynı zamanda bedenin bir devinimi. Bundan ötürü yaşlı Ezidi’den şöyle söz ediliyor:
Çok kandırılmış bir adam bu. Bazı yalanları affetmiş, diyelim ki günlerce süren yolculukların birkaç saate biteceği söylenmiş ona, ama söylenen olmamış, yolun sonuna vardıklarında, ayaklarının derisi kalkmış tek tek her birinin, kan revan ve sızı içinde oturdukları yere lanet etmişler. Coşkulu bir yürüyüş bitmiş, bedenin dinmek bilmeyen ağrıları almış başını gitmiş. (s. 30)
Peşinden de şunu ekliyor: “Dağlar onun yaşadığı yerler ya, o sırtında bir dağ taşıyor bundan böyle.” Öykünün genç olduğunu düşünebileceğimiz anlatıcısıyla yaşlı Ezidi, o dağın vaktiyle Orta Avrupa’ya vurmuş izdüşümlerinden birinin öldürüldüğü yere giderler beraber – bir kambur ortaklığı mı demeli buna? Öbür öyküdeki yaşlı adamınsa bir bacağı yoktur. Ameliyatla bacağını kesen doktorlar, onun “adımlarını” elinden almışlardır. Gülerek anlatır yine de bunu, belki artık yatayda adımlar atamayacaktır, ama dikeyde, hafızada hiç öyle değildir. Pek konuşmadıkları halde, (hoş, anlatıcı sustuklarından da emin değildir), yaşlı adam için “harıl harıl konuşuyormuşuz gibi, soluk soluğa kalmıştı” diyecektir, soluk soluğa kalmasının nedeninin pekâlâ dikeyde yaptıkları yürüyüş olduğunu düşünebiliriz. Nitekim şöyle devam eder – dikey yürüyüşün tek yönlü, sadece geçmişe olmadığını da duyurarak.
Çocuklar bu kar Ararat’a da böyle yağıyor işte, düşünün ne bereketli bir yaz bekliyordur anamın babamın toprağını. (s. 43)
Beden (ya da bedenin bir parçası) esas olarak Özgül’ün “Ormanlara, Sesinin Gümbürtüsü Ormanlara” öyküsünde başrole çıkıyor. Cezaevindeki bir operasyon sırasında greyderle kolu kopartılan bir mahkûmun hikâyesi bu. Öykünün girişinde adamın hücresinde konuşup durmasını kolunun eksikliğiyle ilişkilendirdiğini duyarız. Gelgelelim, sürekli konuşmasına rağmen anlatımının yine de yarım olduğunu düşündüğünü de belirtmekten geri durmaz. Konuşmak onu tatmin etmiyordur, aksine ona “boşluğunu dikte” ediyordur.
Dostlar, söyleşmek, sadece ağzımdan çıkan birkaç sözcükten ibaret değilmiş, bunu iyice anladım. Şimdi karşımda konuşmaya başladığında biri, görüyorum ki, bütün bir bedeni eşlik eder insanını meramını anlatışına. […] Ne denli eksik kaldığımı sözcükler dilimin ucunda biriktiğinde çok daha iyi anlıyorum. Sesime ses verecek, beni oyunun içine çekecek olan parmaklarımın yokluğu sözcüklerimi yavanlaştırıyor. (s. 46-47)
Salt bu eksikliğin anlatısı değil ama Özgül’ün öyküsü, bir de eksilen parçanın yapıp ettikleri var. Özgül, bu şaşırtıcı, sürreel ya da masalsı kurguyla, kesip koparılanların yine de bir iş gördükleri gibi hamasi bir noktaya ya da eksikliğin, yokluğun hiç geçmeyecek acısını kanırtan bir mağdurluk noktasına çekmiyor öyküyü. Belli belirsiz, çok da altını çizmeden kesilen kolun hikâyesinin kolsuz adama anlatılmasına yöneltiyor dikkati. Bu hikâyenin anlatılması kesik kolun yerini tutmayacaktır ama hiçbir şey demek de değildir. Üstelik sadece kolsuz adama değil, başkalarına da kolunun hikâyesinin anlatıldığını öğrenir adam, mesela bir komisere. Bu komiserin yerine koyar kendisini, onun da “konuşurken sözcükleri[n] boğazını sık[tığını]” öğrenmiştir – komiserin de mi kesiktir bir yerleri, bu yüzden mi bu haldedir, bunun net yanıtı yok öyküde, ama “ekmek parası derdi olmasa bu lanet işi yapma[yacağını]” söylediğini öğreniriz, demek bir bağlantı kurulabilir sözcüklerin insanın boğazını sıkmasıyla ekmek parası derdine sevilmeyen bir işi yapmak arasında! Kolsuz adama gelince; kolunun hikâyesini öğrenmek bir kez daha, ne kadar güzel anlatırsa anlatsın, kendisini tam ifade edemeyeceğinin farkına varmasını sağlamıştır. Bu da bir şeydir ama. Bir eksiklik, yokluk olsa da büsbütün anlamsızlık değil. Nitekim kolunun hikâyesini kendisine anlatan Fikret Bey’i şöyle anar günün sonunda:
Fikret Bey’i göremiyordum ama hâlâ seviyordum, o iyi bir insandı bence. Geldi buraya, ikinci bir insan olarak dostluğunu getirdi, oturttu bu sandalyede. Hatırı büyüktür artık, varlığı sınırsız ve güzeldir. (s. 53)
Erdem Özgül de bu öyküyü kaleme alırken böyle düşündü mü, bilmiyorum, ama “Ormanlara, Sesinin Gümbürtüsü Ormanlara” öyküsü bana edebiyatın gücünü ve güçsüzlüğünü düşündürdü. Çok şey değil yapabildiği, gücünün yettiği, ama hiçbir şey de değil. Böyle düşünmemde Özgül’ün kitabında yüzyıllardır süregelen kırımlara, kıyımlara bir hayli göndermeleri olan öyküler kaleme almış olması da etkili. Öykülerinde, az önce de değindiğim gibi hamaset yok, bu acılar boşuna yaşanmadı, hesabı sorulacak elbet bir gün, diye de bağırmıyor öykü kişileri, ama ahlanıp vahlanmak yahut acıların kaydını tutmak olarak değerlendirilecek metinler de değil bunlar. İnce noktalara dikkat çekmekten yana Özgül; bu hikâyeler anlatılacaksa, tarihe kayıt düşmekten çok, karanlıkta (ya da alacakaranlıkta) kalmış ayrıntılara ışık düşürmekte mesele. Edebiyatın gücü burada; hikâye anlatmanın, tarih kitaplarında ya da siyasi metinlerde es geçilen, ayrıntı sayılıp önemsenmemiş konularda saklı kalmış, çoklarınca görülmemiş, sezilmemiş oldukları için aradan yıllar da geçse diriliğini korumuş noktalara sonradan sonraya görünürlük kazandırma imkânında. Yanı sıra bu ayrıntıların ilk anda zihinlerden geçmeyecek kimi bağlantıları akıllara düşürmesinde. Başta sevimli, cana yakın gelen içtenliklerin ardında kan bulunması ihtimali mesela, ya da sonraki kıyımların öncekilerin üzerini örttüğü gerçeği.
Erdem Özgül’ün öykülerinde bütünlük duygusuyla bu duygunun yitimi arasındaki salınım da dikkat çekiyor. Özellikle doğanın daha önde olduğu öykülerde bütün canlıların birbiriyle bağını derinden sezdiren bir yaklaşım var, anlatıların mekânı şehre kaydığında bu ancak bir özlem olarak, hayli belirsiz biçimlerde ifade buluyor, hatta denebilir ki artık böyle bir bütünlük imkânının kalmadığıyla yüzleşiyoruz. Hafıza bir yandan bu bütünlük duygusunun bir zamanlarki varlığını hatırlasa ve hatırlatsa da, öbür yandan nasıl berhava olduğunun, neden artık imkân dahilinde olamadığının altını çiziyor. Kırımlar, kıyımlar insanların insanlarla, kavimlerin kavimlerle arasında geçmemiş ve geçmiyor, insanların doğayla, canlılarla ve canlılıkla bağını da koparıyor. Güçlünün güçsüze reva gördüklerinin, zalimin zulmetmeyi kendisinde hak görmesinin sonuçları çok daha geniş alanlara farklı suretlerde sirayet ediyor. Artık çatışmanın sıcaklığı kalmamışsa, ortalık ve düşmanlıklar sözümona soğumuşsa bile (burası bir Avrupa şehri ya da bir köy olabilir, fark etmiyor); bütünlük duygusunun yitip gittiği, bir başkasını aynı bütünün parçası değil de olası düşmanlar olarak görme anlayışı baki kalmış durumda.
Erdem Özgül’ün öykülerinin dilinde de benzer bir salınım var, geçmişe dair anlatılara daha masalsı bir dil hâkimken (doğanın da henüz işin içinde olmasının bir sonucu bu elbette) şimdideki anlatılarda daha kuru ve kesik bir anlatım yeğlenmiş. Bazı öykülerdeyse geçmişle şimdi birbirinin yerine geçiveriyor. İster zamanın geçmesinin, isterse öykü kişisinin bir direniş olarak bedenini ortaya koymasının sonucunda gerçekleşsin, hafızada beliren bu gelgitli hal, öykülerde farklı anlatımların itişip çekişmesine de neden oluyor. Bütünlük duygusuyla onun kaybından duyulan kederin (yahut boşluk duygusunun) birbirini takip etmesi gibi, ya da gölgelerin hem ışığı hem karanlığı bize anlatması gibi.
Kaynak: k24kitap.org
