Bizimle iletişime geçin

Makale

Post Modern Yapı-Söküm Bağlamında Devrimci Siyasetin Değişen Doğası Üzerine Tezler- 5

Burjuvazinin üretim araçları üzerindeki mülkiyet tekelini hedefine almayan sol orjinli bir siyasetin, ötelenmiş toplumsal kesimlerin yaşam kalitesini nasıl artırabileceği meselesi koca bir muamma olarak kalmaktadır.

Devrimci bir siyasal sistem içerisindeki birey ve topluluklar açısından kendilerinin ve diğerlerinin rolünü belirleyen tanımlamanın biçimi artık değişmektedir. Bir siyasal kültür değişikliğe uğramadan önce kendisinin tanımlanma seçeneklerini belirleyen değerler bütününün öncelikle değişmeye başlaması gerekmektedir.

Devrimci siyasette belirgin bir biçimde gözlemlenen öznelcilik, kendiliğindenlik, gericilik, kabullenmişlik ve kurumsal davranıştan uzaklaşma gibi post modernist siyaset kültürünün etkileri bu bahsettiğimiz değerler bütününün değişimiyle formasyonel anlamda uygulama alanı bulmuştur. Yeni siyasal kültür diye devrimci proletaryaya dayatılan aslında kapitalist üretim ilişkilerinin gerici niteliğini görünmez kılan üst yapıya dair kurumsal alanın restorasyonundan başka bir şey değildir.

İdeolojileri ortaya çıkaran ve yaşatan toplumsal alt yapının varlığına rağmen ideolojisiz bir politik yaşam düşü kurmak, klasik sağ – sol ayrımını emek ve sermaye sınıfları arasındaki çelişmelerden bağımsız olarak yeniden tanımlamaya çalışmak, sınıflı toplumun doğası gereği olması zorunlu olan proleter nitelikli ilerici diktatörlüğün yerine vatandaş demokrasisini koymak ve toplumsal süreçlerle bağları koparılmış ekoloji, cinsel seçim ve kürtaj hakları gibi konuları siyasetin konusu yapmak benzeri son yılların modası olan yaklaşımlar post modernist sol siyaset kültürünün başlıca kodlarını bizlere bildirmektedir.

Biz proleter devrimciler açısından ilkesel sınıf politikalarını terk etmek siyaset kültüründe yenilenmenin değil, bilakis her türlü kabullenişin, geri düşmenin ve bohemleşmenin bir işareti olmaktadır. Toplumsal sorunları doğuran toplumsal ilişkilere yoğunlaşmadan toplumsal sorunların çözümü noktasında bir devrimci politika üretebilmenin imkansızlığına işaret etmek istiyoruz.

Son yıllarda devrimci harekette egemen olan siyasal kültürün post modernist izdüşümlerinin başında; demokratik hakları tarif etmede sosyal ve iktisadi süreçleri bir ayrılık ikilemine sürükleme tutumu gözlemlenmektedir. Mesela bize göre cinsel tercih konusunun özgürlük ve güvenlik sorunu sınıflı toplumun ürettiği bir sorun olmaktadır. LGBT+ların konusu olabilecek hiçbir sosyal olay iktisadi süreçlerden dıştalanarak tanımlanamamaktadır. Burjuvazinin üretim araçları üzerindeki mülkiyet tekelini hedefine almayan sol orjinli bir siyasetin, ötelenmiş toplumsal kesimlerin yaşam kalitesini nasıl artırabileceği meselesi koca bir muamma olarak kalmaktadır.

İktisadi süreçlerde oluşmuş sınıfsal kategoriyi gözetmeyen yeni liberal bir politik söylence, toplumsal sorunları çözümlemede sihirli bir değnek iddiasıyla sınıf bilinçli işçilerin tepesinde sallanmaktadır. İktisadi çelişkilere karşı tutum alamayan bir politik anlayışın sosyal kategorilerde ilerici bir rol oynayacağı söylemi, küçük burjuvazinin masal dünyasını besleyen bir argümana dönüşmektedir.

Dünyanın işleyişini kavramlaştırma ve toplumsal anlamda var olanla olabilecekleri açıklama gücü zayıflayan günümüz insan çoğunluğunun özne olmaktan uzaklaşmaya başladığı nispeten doğrudur. Ama ideolojik hegemonyayı elinde bulunduran sermaye iktidarları tarafından yeniden yapılandırılan insanın kendi yapıcılarının daimî onaylayıcılarına dönüşerek tarih yapma ereklerinden olduğu iddiası post modern bir yapı bozum ürünü olarak kalmaktadır. Devrimci örgütsel yapıda toplumsal değerlerin değişebileceği ortam gücünü kaybetmektedir. Bir politik praksisin kararlaştırılmadan önce içinden geçtiği ortam merkeziyetçi olmaktan yerel olana doğru evrilmektedir.

Birbirinin karşıtı olan düşüncelerin eklektik bir potada eritilme becerisini gösteren post modern bir dil, sosyalist siyasetin belirgin yürüteçlerine doğru evrilmektedir. Post modern bağlamda gerçeklik tarifinin mimarı Jean Baudrillard, “Simülarlar ve Simülasyon” adlı eserinde; gerçekliğin artık bir daha geri dönmemek üzere anlamını yitirdiğini, bundan sonra artık düş mü yoksa gerçek mi olduğu belirsiz bir hiper gerçekten bahsedilebileceğinden söz etmektedir. Baudrillard’ın bahsettiği hücreler, matrisler, bellekler ve komutlar tarafından üretilmiş gerçeklik algısı, son yıllarda Kaypakkaya geleneğinin sosyolojik dokusunda gözlemlenebilir bir evreye varmıştır.

Geçmişte örgütsel sosyoloji içerisinde yer almış gelenek kitlesinin küçümsenemeyecek bir kesiminin artık rasyonel bir gerçekliğe ihtiyacı kalmamışçasına ilkel iletişim yöntemi olarak imgelere, sembollere, sloganlara ve ikonlara sarılmasını nasıl açıklayabiliriz peki? Eğer nesnel gerçekliğin kendisi sınıf mücadelesi süreçlerinde karşılaşılan negatif durumlarla başa çıkabilecek durumda değilse, o halde geçmişin ruhlarından, antik dönemin yöresel mitlerinden ve efsunlu söylencelerden yardım istenmelidir.

Özellikle Avrupa merkezli gelenek kitlemizin bilinç dünyası, yarı arkaik özellikler gösteren motif ve anlatılar eşliğinde üretilmiş sentetik gerçeklik algılarıyla doludur. Hiper gerçeğin hüküm sürdüğü bir politik dünyada doğru ile yanlış, revizyonizm ile Marksizm ve kahramanlar ile hainler arasındaki ayrım çizgilerini belirleyen maddi bilinç gittikçe hükmünü yitirmektedir. Algılanabilen ancak kavramlaştırılamayan politik sunumlar bohemliğin ve bilinç alıklığının birer büyüteçlerine dönüşmektedir. Nesnelliği içinden çekilip alınmış bir gerçeklik algısının belirlenimindeki siyasal dünyaların kahramanları, post modernizmin kumdan birer şövalyeleri olarak geleceğin rüzgarlarına savrulmaya yazgılıdır. Gelenek kitlemizin çoğunluğunun nesnel anlatım metinlerine değil, görünüşü oldukça parlak ve inandırıcı kurmaca bir dünyadan beslenen post modern anlatım metinlerine ilgisinin arttığı ortadadır.

Kitle- kurum ilişkisinde üretimci katılım özelliği zayıflayan bir kısım gelenek tabanı, hızla şeyleşen dünyadaki gerçek birer ihtiyaç olmaktan uzaklaşmış tüketim toplumu ürünlerinin bilinçsiz birer tüketicilerine dönüşmektedirler. Pedalından boşalmış özgürlüğü savunan, sınırlamaların tamamını reddeden ve bu nedenle işi kurumları reddetmeye kadar vardıran düşünce akımlarının toplumsal yaşamı kuşatan kalıplardan kurtulmak gibi bir amacı olduğu söylenemez. Bir düşünceyi kalıplardan kurtarmanın devrimci biçimi, o düşünceyi sınıfsal çelişki, rol ve görevlerden azat etmek değildir…

Devam edecek…

Daha Fazla Makale Haberler